Birçoğumuz yenilikçi çözümler bulmanın çok zor ve doğal bir yetenek olduğunu varsayıyoruz. Ancak araştırmalar inovasyonun yani yenilikçi çözümler bulmanın öğrenilebileceğini gösteriyor.

Bu makale yenilikçi süreçlerin nasıl işlediğini açıklayan araştırmalara dayalı bir teoriyi açıklamak ve yenilikçi çözümler geliştirme yeteneğimize katkı sağlayabilecek basit yönergeleri özetlemek amacı ile kaleme alınmıştır.

Belirsiz Özellikler Hipotezi (The Obscure Features Hypothesis)

Binden fazla tarihi icadın ardındaki işlemleri inceleyerek geliştirilmiş olan “Belirsiz Özellikler Hipotezi” iki temel adımdan meydana gelir.

  • Birinci adım: Bir problemin yeni veya nadir (yani belirsiz) bir özelliğinin keşfedilmesidir.
  • İkinci adım: Bu “belirsiz” özelliğin kullanılmasıyla farklı bir çözüm yolu bulunmasıdır.

Bu inovasyon sürecinin klasik bir örneği şöyledir: Katılımcılara iki adet ağır çelik halka ve bir adet uzun mum verilir. Halkaları birbirine bağlamaları istenir. Mumun eritilerek halkaları bağlaması ilk akla gelen çözümdür ancak mum halkaları taşıyacak kadar güçlü değildir. Böylece çözümün mumun içindeki fitilin çıkarılıp, çelik halkaların fitille bağlanabileceği olduğu fark edilir. Bu bir defa fark edildiğinde, fitilleri mumun içinden en kolay nasıl çıkarılabileceği konusunda çözümler üretilmeye başlanır.

Burada inovasyon belirsiz olan bir özelliğe dayanmıştır. Muma bakınca ilk aklımıza gelen yanabileceği, ışık vereceği ve eriyebileceği olur. Bu bakış açısında kalmaya “Klasik Fonksiyonel Sabitlik Problemi” denir. Yani klasik bakış açımızın içinde hapsolmak. Bu örnekte “belirsiz özellik” mumum bir fitili olduğudur. Belirsiz özelliği fark ettiğimiz anda  fitili kullanarak halkaların bağlanabileceğini bulmak çok kolay olacaktır.

Yenilik (inovasyon) öğretiminin etkisi

Belirsiz özellikler hipotezine ilişkin araştırmalar insanların daha yenilikçi olmayı öğrenebildiklerini ortaya koymuştur. Basit inovasyon süreçleri öğretilerek insanların problem çözme yetenekleri geliştirilebilmekte ve kişilerin daha yenilikçi (inovatif) olmaları sağlanabilmektedir.

Örneğin bir çalışmada insanların yaratıcı düşünme kabiliyeti gerektiren zeka oyunlarını çözebilme yeteneklerinin geliştiği, iki halka problemini ve mum problemini ne kadar iyi çözebildiğini incelenmiştir.

Mum Problemi;

Mum probleminde bireylere bir mum, bir kibrit kutusu, raptiyelerle dolu bir karton kutu, bir masa ve bir mantar pano verilir. Katılımcılardan mumu dik bir şekilde mantar panoya asmaları, mumun kaymadan ve eriyerek masaya akmadan yanmasının sağlanması istenir.

Çözüm basittir: Raptiye dolu kutu boşaltılır, kutu mantar panoya raptiyelerle sabitlenir ve mum içine konularak yakılır. Böylece mum panodan kaymaz ve eriyen mum masaya akmaz.

Burada esas mesele bir nesnenin (veya parçanın) tipik kullanımı ile ilgili “klasik fonksiyonel sabitleme” eğiliminin üstesinden gelmektir. Mum problemini çözebilmenin yolu, raptiye kutusunun raptiyeleri taşımak dışında bir işlevde de kullanılabileceğini fark edilmesine dayanır.

Araştırmacılar benzer problemlere yenilikçi çözümler bulmada, kısa antrenman seanslarının bile önemli etkisi olduğunu saptamışlardır. Bilhassa 20 dakikalık tek bir antrenman seansı yapan kişilerin böylesi bir antrenman yapmamış kişilere oranla problem çözme konusunda ortalama %67 daha başarılı oldukları gözlenmiştir. Bu sonuç yaratıcı düşüncenin geliştirilebildiğine önemli bir kanıt olmuştur.

Bir sonraki bölümde, araştırmacılar tarafından geliştirilen yaratıcılığı artıran temel teknikler ve bunların nasıl uygulanması gerektiği özetlenmiştir.

Nasıl daha yenilikçi oluruz?

Buraya kadar yenilikçi çözümler bulabilmenin anahtarları olarak çözmeye çalıştığımız sorunla ilgili “belirsiz özellikleri” fark etmeyi ve “belirsiz özellikleri” kullanmanın önemini öğrendik. Şimdi de doğal olarak yaratıcı bir insan olmasak da bunu yapmamızı sağlayacak 3 basit ve faydalı tekniği öğreneceğiz:

Fonksiyonel sabitlik probleminin üstesinden nasıl geliriz?

Daha önce de gördüğümüz gibi fonksiyonel sabitlik problemi, bir nesnenin ya da bir parçanın tipik kullanımı üzerindeki saplanma eğilimidir. Bu eğilim elimizdeki nesneleri yaratıcı bir şekilde kullanmamızı engeller. Yaratıcı düşünce için öncelikle bu engelin üstesinden gelmek gerekir.

Bunu yapmanın en etkili yolu sahip olduğunuz nesne (ya da kavram, düşünce vb.) üzerinde onu parçalarına ayırarak ve her bir parçanın özelliklerini listeleyerek elimizde bulunanları derinlemesine açıklayan bir genel diyagram oluşturmaktır.

Örneğin bir mum aşağıdaki şema kullanılarak açıklanabilir:

Doğal olarak yaratıcı bir insan olmasak bile bu basit teknik sayesinde elimizdeki mevcut imkanları derinlemesine anlama imkânı elde etmiş oluruz. Diyagramı oluşturma süreci kendi başına yaratıcı bir süreç değildir ancak diyagram oluşup, elimizdeki imkanları derinlemesine irdelediğimizde yaratıcı çözümlerin bulunmasında güçlü bir araç elde etmiş oluruz.

“Kısıtlanmış eylem ilişkisi”nin üstesinden nasıl geliriz?

Birçok kelimenin birden çok anlamı vardır ancak ne yazık ki genellikle çözmeye çalıştığımız problemi tanımlarken tek bir spesifik anlama odaklanırız. Bu da olası çözüm aralığını gereksiz yere sınırlandırmamıza yol açar. Bu kısıtlanmış ilişkilendirme sorununun üstesinden gelerek problemin çözümünde yepyeni bakış açılarına sahip olabiliriz.

Örneğin daha önce söz etmiş olduğumuz iki halka problemine geri dönelim. Burada iki halkayı birbirine nasıl bağlayacağımız problemini çözmek için “bağlanma” kelimesinin anlamları üzerinde yapacağımız derinlemesine düşünme sorununun yaratıcı çözümünü beraberinde getirecektir.

 

Vida gibi alakasız olanları hemen dışarıda bırakabiliriz. Böylece “ip, sicim vb.” maddesinin cevabı gizlemekte olduğunu kolaylıkla fark edebiliriz. Dar anlamların genişletilmesi ve genişleyen alandan eleme usulü ile çözümler bulunması için aslında doğal bir yaratıcılığa ve yahut doğal bir sezgiye gerek kalmamıştır.

Hatta bunu yapmak için kendi çağrışımlarınızı üretmek yerine eşanlamlı kelimeler sözlüğünden de yararlanabiliriz.

Varsayım körlüğünün üstesinden nasıl geliriz?

Farkında olmadan birçok varsayım geliştiririz ve bu varsayımlarımız düşünce süreçlerimizi kısıtlar. İşte bu duruma “Varsayım Körlüğü” adı verilir. Varsayımların büyük bölümü dilsel kaynaklıdır. Bazı kelimeler örtük anlamlar barındırdığından bu örtük anlamların koyduğu sınırları fark etmemiz çoğunlukla mümkün olmaz.

Belirsiz Özellik Hipotezini geliştiren araştırmacılar tarafından geliştirilen bir örnekle konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir:

Problem: Yapışmaz teflon tavaya bir kumaş parçasını nasıl yapıştırabilirsin diye sorulduğunda, birçoğumuz varsayım körlüğünün etkisi altına gireriz. Çünkü;

  • “Yapışma” kelimesi örtük olarak kimyasal bir işlem ima eder. Bu da yapışmayı sağlayabilecek başka çözümler aramamıza ket vurur.
  • “Yapışma” kelimesi iki nesnenin birbirine iliştirileceği imasını barındırdığından başka nesnelerden yardım almak mümkün mü diye düşünmeyiz.
  • “Yapışma” kelimesi yapışacak nesnelerin birbirine temas etmelerini zorunlu olduğu imasına sahip olduğundan, bunun dışındaki tüm alternatifleri henüz düşünmeden elemiş oluruz.

Sonuç olarak örtük anlamlar, farkında olmadığımız varsayımlara yol açmış ve yapışmayı engellemek için üretilmiş bir malzemeye, yapıştırıcı kullanmadan nasıl olup da bir kumaş parçasını yapıştırabileceğimiz problemi çözümsüz gibi görünmüştür. Ancak eğer varsayım körlüğünden kurtulmak mümkün olsa, bir mıknatıs kullanarak tıpkı bir sandviç gibi kumaşın tavaya yapışmasını sağlayabileceğimizi bulmak çok daha kolay olacaktır.

Kaynaklar:

Benzer Kanıtlar