Simone de Beauvoir, daha önce felsefi anlamda tartışılmayan “kadın sorusu”nu masaya yatırdığı 1949 yılında yayınlanan “İkinci Cins” adlı eserini İkinci Dünya Savaşı sırasında kaleme almıştır.

“Kadın doğulmaz, kadın olunur!” ne demektir?

Bu formül Simone de Beauvoir’in teorisinin temelini oluşturur. Anlamı çok basittir: Kadın olmak doğal bir gerçek değil, medeniyet tarihinin bir ürünüdür. Yani aslında doğuştan gelmeyen, özünde bulunmayan yani sonradan tanımlanan ve kabul edilen bir yaratımdır. Simone de Beauvoir, henüz bilinç sahibi olmadığımız bebeklik döneminde maruz kaldığımız tüm davranışların (tutulma, emzirilme, sallanma vb.) o bebeğin kaderine dönüştüğünü söyler.

Simone de Beauvoir kadının maruz kaldığı sömürünün ve baskının biyolojik farklılıkla açıklanamayacağını, kadının fiziksel güç olarak erkekten daha zayıf olması ve doğurması vb. farklılıkların vurgulanmasının sadece kadın aleyhine eşitsizliğin birer bahanesi olduğunu söyler.

Bir varoluşçunun feminizme varan yolculuğu!

1920-30’larda Simone de Beauvoir henüz öğrenciyken Fransa’da “Yeni Kantçılık” akımı hakimdir. Ancak o İkinci Cins’i kaleme alırken hem yapısalcılıktan hem de Hegel’in felsefesinden etkilenmiştir.

Hegel’le tanışması 1926-1927 Lui Aragon’un kurduğu “Filozofi” adlı grup sayesinde olmuştur. Bu gerçeküstücü (sürrealist) sanatçı grup, Hegel’in “mutlak” fikrini sahiplenir fakat “rasyonel olanın gerçek, gerçek olanın rasyonel” olduğu ile sınırlı mutlak tanımına itiraz eder. Çünkü onlara göre “mutlak” gerçeküstü düzlemde de sanat yoluyla kendisini ortaya koyabilir.

Simone de Beauvoir, bu grupla katıldığı Hegel okumaları yanı sıra Lois Beres‘in federalist devrimi savunan görüşlerini dayandırdığı Hegel felsefesinden de etkilenmiştir. Yani özetle Simone de Beauvoir “İkinci Cins” adlı eserini bu düşünürlerin Hegel okumalarına dayandırmıştır. Kuşkusuz Hegel’in kuramı feminist düşünceler içermez ancak Hegel’in kuramındaki kimi ögeler Simone de Beauvoir’un ulaştığı sonuçlara giden yolda ona ışık tutmuştur. Simone de Beauvoir’in görüşlerini anlamak için Hegel’in kuramının temellerini anlamak gereklidir. Zaten tarih düşünürlerin kendi düşüncelerinin kaderini tahmin bile edemedikleri yüzlerce örnekle doludur. Bir düşünürün fikirleri kendisinden sonra gelen insanlar tarafından geliştirilerek bambaşka fikirlere ve hatta politik hareketlere vardırılabilir.

Hegel’in düşünceleri, felsefe dünyasında daha önce ele alınmamış olan “kadın” konusunun masaya yatırılmasına imkan tanımıştır. Simone de Beauvoir’in Hegel üzerindeki çalışmaları ve “İkinci Cins”in kaleme alması aynı dönemde gerçekleşir.

Hegel’in Köle Efendi Diyalekti

Hegel fenemonolojisini yazdığı 1807’de “Köle Efendi Diyalekti“nde “özbilinç” kavramını açıklar. Hegel’den önce “özbilinç”, bilincin kendi varlığını farkında olması olarak tanımlanmıştır. Ancak Hegel “özbilinç”i “sadece kendini farkında olmakla” tanımlamanın eksik bir tanım olduğunu söyler. “Özbilinç”in oluşması için “başkası” gereklidir. Basit bir şekilde ifade edebilmek için bir örnek üzerinden ilerleyebiliriz: Bir insanın “özbilinç”inin varlığından söz edebilmek için kendisinin iyi, akıllı ve çalışkan olduğunu bilmesi hatta bundan emin olması yeterli değildir. Aynı bilgileri başkaları da söylerse o kişinin “özbilinç” sahibi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu karşılıklı olarak “birbirini tanıma” kolay bir şey değildir. Hegel bunu olumsuzluk içeren bir karşılaşma olarak görür. Yani “özbilinç”e ulaşmaya giden yol büyük zorluklar ve mücadelelerle doludur. Başkası tarafından tanınmak için “özbilinç”ler birbiri ile ölesiye bir mücadele verirler. Bu mücadele son derece kanlı bir mücadele olup, ölmeyi göze alanla almayanın belirlenmesine kadar devam eder. Her kim ölmeyi göze almamış ve bir adım geri çekilmişse o köle, ölümü göze alan ise efendi olur. Yani kölelik ve efendilik iki birbirine meydan okuyan bilincin bu meydan okuyuş içindeki tavrına göre belirlenir.

Hegel bize bunu; kölenin köle olduğu bir ilişkide, kendini nasıl fark edeceğini, efendinin kendisini tanımasına imkan verecek biçimde kendisini yenileyebilmesinin olanaklarını diyalektik bir biçimde anlatır. Bu açıklama Simone de Beauvoir’ı derinden etkiler. Kölenin efendisine hizmet ederek varlık bulduğu durumdan, dünyaya kendi izini bırakmak, o izde kendini görmek ve o ize bakarak kendisi hakkında düşünmek suretiyle güçleneceğini böylece özgürleşeceğini söyler.

Aslında Simone de Beauvoir kadın-erkek ilişkisini, köle-efendi ilişkisine benzetmez ancak bu iki ilişkinin ortaya koyduğu “özbilinç”e ulaşma serüveninin aydınlatıcı olduğunu düşünür.

Tarihsel açıklama:

Simone de Beauvoir’e göre toplumlar erken dönemlerinde anaerkil bir yapıya sahipti. Aslında anaerkil yapıda da iktidardakiler erkeklerdi ancak iktidar anne soyu ile aktarılmaktaydı. Daha sonra kadınların tıpkı bir nesne gibi algılandığı bir dönem geldi. Erkeklerin kadını meta haline getirme süreçleri şöyle başladı: Önce kadını “başka”, “aynı olmayan” olarak tanımladılar. Oysa köle ve efendi birbirinden farklı olmakla beraber “başka” değildir. Çünkü aralarında birbirini tanımaya ve “özbilinç”e kavuşmaya doğru yönelmiş bir mücadele vardır. Bu da onları farklı yapabilir ama “başka” yapmaz. Oysa kadın erkekten radikal bir biçimde “başka” hale gelmiş, bir nesne olmuştur.

Tıpkı köle gibi kadın da ilişkisinde diğerinin hizmetkarıdır ancak kadın aynı zamanda erkeğin değerleri ile yaşayan, erkekle (ona tabi olarak) iş birliği yapan bir varlıktır. Bu açıdan kadın-erkek ilişkisinin doğası köle-efendi ilişkisinin doğasına benzemez.

Simone de Beauvoir bir varoluşçu (egzistansiyalist) olarak, kadını “içkinlik” ve “aşkınlık” terimleri bakımından şöyle tanımlar:

İçkinlik yaşam ve doğa ile ilişkimizdir. Her ne kadar kişisel bir yönümüz olsa da aslında hepimiz biyokütlenin parçalarıyız. Diğer canlılarla paylaştığımız bir katman var. Bu katman dünyanın değiştirildiği bir katman değildir, rutin varlığımızı sürdürdüğümüz bir katmandır. Siyasal bir edim söz konusu değildir.

Aşkınlık ise insanın kurucu vasfı ile var olması anlamına gelir. Aşkınlık katmanı bir eser ortaya koyulan, kalıcı bir iz bırakılan, politik bir eylem yapılan yani eyleyerek dünyanın değiştirildiği bir katmandır.

Simone de Beauvoir kadınların içkinliğe mahkûm edildiğini, yaşamlarının kocaya, çocuklara, yaşlılara bakmakla sınırlı olduğunu söyler. Oysa köle içkinliğe mahkum değildir. Köle dünyada iz bırakabilir çünkü o aslında “özbilinç”e doğru giden bir hareketin içindedir. Kadın için bu mümkün değildir. Kadın boğulmakta olan bir varlıktır. Simone de Beauvoir içkinlikten son derece karanlık imgelerle söz eder: Ona göre kadının içine hapsedildiği içkinlik karanlık bir zindandır. Kocası ve çocukları ile insani yakınlık kurması mümkün olmakla birlikte bu onun zindana kapatılmış olmasını değiştirmez.

Kadını içkinlik zindanına mahkum eden neden nedir?

Simone de Beauvoir’a göre kadınlar da erkekler kadar güçlüdür. Amazon kadınlarından, kadınların göçebe kültürlerde erkeklerle birlikte hareket ettiğinden vb. söz eder. Kadınları içkinlik zindanına mahkûm eden, fiziksel güç olarak erkeklerden daha zayıf olması veya biyolojik olarak doğurma kapasitesine sahip olması da değildir.

İnsan başlangıçta cinsel ilişkiyle doğurganlık arasında bir alaka olduğunu bilmiyordu. Kadınların zaman zaman doğum yaptıklarını görüyor, doğada bir yaşam döngüsü olduğunu fark ediyordu. İlkel insanlar bunun mistik güçlerden kaynaklandığını düşündüler. Ana tanrıça kültüne neden olan da kadının olağanüstü doğurma yeteneği oldu. Erkek kadının doğurganlığı karşısında dehşete kapıldı.

Yapısalcıların ve antropologların 1940’larda ve 50’lerde insanı hayvanlıktan çıkaran, insan haline getiren ögeler arasında “ölüm bilinci,” “çalışma” ve “cinsel tabuları” sayarlar. İkinci Cins’te Simone de Beauvoir uzun uzun cinsel tabuları inceler. Doğumla ilgili tabuların temelinde de iğrenme ve dehşet hissinin hâkim olduğu kanısına varır. Dolayısıyla kadın hem korkulan hem de saygı duyulan bir varlık olmuştur. Ancak erkeğin doğayı kontrol etmeye başlaması, doğadaki mistik güçlere inancı azaltmıştır. Kadının mistik bir gücü olmadığına kanaat getiren erkek, tanrıçayı hizmetkara dönüştürür. Erkeğin bunu yapması çok kolay olur çünkü zaten kadını tanrıça mertebesine koyan da kendisidir. Kadının tanrıçalıktan hizmetkara dönüşmesi, toplum yapısının anaerkilden ataerkile geçmesine neden olmuştur.

Bu özgül bir tahakkümdür! Tahakkümün fıtrattan, tanrı buyruğundan ya da doğadan kaynaklandığını söyleseler de tahakküm zamana ve coğrafyaya bağlı olarak farklı şekillerde ortaya çıksa da aslında özü her daim erkek iktidarına dayanır. Kadın başkalarının yaşamlarını sürdürmesinde bir tür hizmetkar, tam olarak insan olmayan bir varlık ve aynı zamanda cenneti ayaklarının altında gizleyen bir tür de tanrıçadır. Bu tanımlamaların tamamı farklı şekillerde kadının ezilmesi anlamına gelir. (özgül: bir türle ilgili, tahakküm: zorbalık, baskı, hükmetme)

Simone de Beauvoir’a göre kurumları sorgulamamız gerekiyor. İkinci Cins’i okurken, dünyanın nasıl ve hangi insan modeline göre örgütlenmiş olduğunu sorgulamalıyız.

Karşı Cins’in yazılmasından bu yana yaklaşık 70 yıl geçmiş olmasına karşın “eşitlik feminizmi” üzerinde durulması gereken bir fikir olmaya devam ediyor. Çünkü bugün de kadınlar iş hayatından uzak tutulmaya ve bakım işlerine mahkum edilmeye çalışılıyor. İkinci Cins’te Simone de Beauvoir kadınların içkinlik hapishanelerinden çıkmalarını, çalışmalarını ve erkeklerle eşitliği hedeflemesini, kendisine biçilen radikal “başka”lığı reddetmesini, “özbilinç” için mücadele etmesi ve bunun için birleşmesi gerektiğini söylemiştir.

Kaynaklar:

Benzer Kanıtlar