Yaşam bazen çok kötü gidebiliyor. Hatta bazen onu iade etmek istiyoruz. Psikolog Albert Ellis yaşamın zorlukları ile baş etmenin en iyi yolunun “kabullenmek” olduğunu ileri sürer. Hayatın istediğimiz her şeyi bize vermesini beklemek, saçma ve gülünçtür. Üstelik bu beklentinin büyük bir hayal kırıklığı dışında bir getirisi olamaz. “Amor Fati” kavramı yaşamın getirdiği acı, tatlı her şeyi büyük bir sevgi ile onaylamak, kabullenmek ve kucaklamak anlamına gelir.

Stoacı düşünür Epiktetus, yaşamda huzuru ve mutluluğu yakalamak için her şeyin olmasını istediğiniz gibi olmasını beklemek yerine olan her şeyi istemeyi seçmemizi önerir.

Bir başka ünlü Stoacı, Roma İmparatoru Marcus Aurelius “Dünya, sende olan her şey bana uygun. Sende olan hiçbir şey ne erken ne de geç. Dünya’da olan her şey ve bende olan her şey benim için bir hediyedir.” demiştir.

Bu görüşte ısrar eden bir diğer düşünür, 19. yüzyıl filozoflarından Nietzsche’dir. Nietzsche “İnsan olmanın en yüce formülü Amor Fati’dir. Yani ne geçmişin ne geleceğin ne de sonsuzluğun olduğundan farklı olmasını istememektir.” demiştir.

Ne yani mutlu bir hayatın sırrı, berbat hayatlarımızı sevmek anlamına mı geliyor?

Bu soruyu Stoacılıkla ilgili kitabıyla (The Daily Stoic and The Obstacle is the Way) ünlenen yazar Ryan Holiday’in “Komplo” adlı son kitabında açıkladığı yaşamımızdaki her şeyi neden ve nasıl sevebileceğimiz konusunda son derece güçlü fikirleri ile yanıtlayacağız.

Kaderini nasıl seversin?

Stoacılar Amor Fati kavramını aslında hiç kullanmadılar. Bu kavram Nietzsche sayesinde ünlü oldu. Ancak Ryan, Stoacılığı anlamanın en iyi yolunun Amor Fati kavramını anlamaktan geçtiğini söyler.

Gerçekleşen her şeyden en iyi şekilde yararlanmamızı sağlayan Amor Fati kavramı, yaşamın her anını (ne kadar zorlu olursa olsun) asla kaçınmadan kucaklamayı ifade eder. Burada kast edilen salt kabullenme değil onun da ötesinde var olan her şeyi sevmek anlamına gelir. Tıpkı oksijenin ateşi beslemesi gibi hayatın acıları da insanların potansiyelini gerçekleştirmelerini sağlayan fırsatlardır.

Bunu anlamak çok zor. Yazıcıya sıkışmış kağıdı sevebilir miyiz? 

Stoacılar buna “kontrol ikilemi” diyor. Buradaki temel hareket noktası Dünya’yı ve diğer insanları kontrol edemeyeceğimizi anlamaktır. Çoğu zaman kendi kafamızın içinde olup bitenleri de kontrol edemeyiz. Bizim kontrol edebileceğimiz tek şey kendi bilinçli düşüncelerimiz ve bilinçli eylemlerimizdir.

Bu yüzden mutluluğumuzun ve öz değerimizin kontrol edemediğimiz şeylere bağlanması saçmadır. İnsan çoğunlukla bilinçsizce her şeyi kontrol edebileceği yanılgısına düşer. Bunun mümkün olmadığını görmek de hayal kırıklığı, öfke ve üzüntüye yol açar.

Stoacılara göre insan, sadece tek bir şeyi kontrol edebilir. O da kontrol edemeyeceği şeylerle ilgili beklentilerini ve buna bağlı hislerini belirlemektir. Onlara göre hayata her daim merak ve saygı ile yaklaşmalıyız.

Ryne, ilk bakışta zayıflık gibi görünen bu düsturun, aslında insanın en büyük gücü olduğu görüşündedir. Hayatımızdaki şeylerin çoğunu kontrol edemeyiz ama olumsuzluklar karşında nasıl davranacağımızı kontrol edebiliriz. Bunları hayatımıza nasıl entegre edebileceğimizi belirleyebiliriz. Hayatta ne olup bittiğini anlamak ve en iyi reaksiyonları vermek ancak ve ancak Amor Fati sayesinde olabilir. Fati, kader (kontrol edemeyeceğimiz şeyler), amor ise sevmek demektir. Yani Amor Fati, kontrol edemeyeceğimiz şeyleri derin bir sevgi ile kucaklamak anlamına gelir.

Kötü hislerin esas nedeni nedir?

Hayatın her zaman istediğimiz şeyleri vermeyeceğini biliyoruz. Peki o zaman istediklerimiz olmadığında neden bu kadar hayal kırıklığına uğruyoruz? Çünkü hayatın zorluklarını kabul etmiyor, bunları yenmek için beyhude çabalar sarf ediyoruz. Bu nedenle güzel şeylerin de keyfini süremiyoruz. Oysa hayatın zorluklarını kabullenir ve kucaklarsak, onları gelişmemize yardımcı olan şeyler olarak görebiliriz. Robert Greene, “Amor Fati’ye göre her şeyin bir amacı vardır ama bu amacı olumlu ve aktif kılmak insana kalmış bir şeydir.” der.

Kabullenmek teslim olmak demek değildir.

Hayat kişiye özel, eşsiz bir yolculuktur. Kaderi kabullenmek, teslim olmak çağrışımı yapıyorsa konuyu yanlış anlıyoruz demektir. Kaderi kabullenmek, teslim olmanın tam tersine potansiyelini en iyi şekilde ortaya koymayı sağlayan, son derece aktif bir tutumdur. Tıpkı çocuk yetiştirmek gibi. Evlat sahibi olmaya karar vermek, fedakarlıklar yapmayı, zorluklara katlanmayı, tüm potansiyelini ortaya koyarak her şeyi cesaretle göğüslemeyi gerektirir.

Hiçbir şey kolay değildir ve kolay olmamalıdır. Mükemmel bir hayat yolculuğu yoktur ancak her yolculuk eşsiz ve tekdir. Hayat yolculuğu, tıpkı bir evlat gibi kusurları ve eksiklikleri ile kabul edilmeli ve her yönüyle sevilmelidir. Çünkü tıpkı evlat gibi hayat yolculuğu da eşsiz ve tekdir.

Bu felsefi öneriler, yazıcıyı ve yazıcıya sıkışan kağıdı pencereden atma isteğini ortadan kaldırır mı? Hayat onu istediğimiz gibi kontrol edemediğimizi gösterdiğinde ne yapmalıyız?

1) Asıl düşman: İnkar ve şikayet!

Eskilerin dediği gibi “Kendini bir çukurda bulursan, ilk yapman gereken kazmayı bırakmaktır.” İnkar insanoğlunun en sık kapıldığı yanılgıdır, enerjiyi boşa harcar, çözüme giden yolu tıkar. Çoğunlukla kötü bir durumla karşılaşmaya ilk tepki “Allah kahretsin, olamaz!” şeklinde olur. Bazıları bu ilk tepkide takılıp kalırlar oysa bu tepki içinde bulunduğun çukuru daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. İlk adım “zarar vermemek” olmalıdır.

Kabul etmek, pasiflik anlamına gelmez. Tam tersine o andan itibaren yapabileceklerimiz konusunda özgürleşmemizi sağlar. Bacağımız kırıldığında bunu kabullenir ve doktora gideriz, öyle değil mi? Hayatta başımıza gelen her kötü şeyde yapmamız gereken tam olarak budur. Bu, soğukkanlı bir robot gibi davranmak demek değil, inkarla ve şikayetle zaman kaybetmemek demektir.

Zaten bir noktada pragmatizm ve kabulleniş devreye girecektir. Başka bir ihtimal yoktur. Eğer hapse düşmüşsek ya da daha kötü bir şey başımıza geldiyse başlangıçta bunu kabullenemeyiz. Ancak neticede evet hapisteyim ve bundan sonra ne yapacağım diye düşüneceğimiz bir aşamaya geliriz. İnkar ve şikayetle vakit kaybetmeden bu pragmatik kabul ediş noktasına kestirme yoldan varmak mümkündür. Peki bunu nasıl yapacağız?

2) Yeni perspektif: Gelecekten bugüne bakmak!

Bulunduğumuz anda hayal kırıklıkları dünyanın sonu gibi hissettirebilir. Ama gelecekle ilgili gerçekçi bir şekilde düşünecek olursak bunun bir anlamı olmadığını biliriz. Hatta daha da fenası gelecekte şu anki üzüntünün hatırlanmayacak olduğunu bile biliriz. Oysa içinde bulunduğumuz anda üzüntü, daha kötüsü olana kadar veya oldukça uzun bir zaman geçinceye kadar devam eder. Bu sonsuz döngüye kendini hapsetmek, olabilecek en aptal yaşam modelidir.

Bu yüzden bir “felaket” söz konusu olduğunda geleceği düşünün. Bu düşünce yeni bir perspektif kazanmanıza ve felaketin büyük bir ihtimalle sandığınız gibi bir felaket olmadığını anlamanıza yardımcı olacaktır.

Üzüntü veren olaylara gelecekten bakmayı alışkanlık haline getirmek, “5 yıl sonra bu olayla ilgili ne hissedeceğim” diye kendi kendine sormak, üzüntü veren şeyin üzüntü verici olmasını engellemez. Ancak inkar ve şikayetle zaman kaybetmeyi önler. İnkar ve şikayet kendini cezalandırmaktan başka bir şey değildir.

Üstelik şu anda dünyanın sonu gibi gelen şey muhtemelen 5 yıl sonra arkadaşlarını eğlendirmek için anlattığın bir hikayeye dönüşecektir. Hatta belki de kendinle gurur duyduğun destansı bir hikayenin başlangıcı olacaktır. Gelecekten bakma, olanı olduğu şekilde kabullenme ve kucaklama tavrının sağlayacağı perspektif, her durumda baş edemediğimiz gelip geçici ve engelleyici duyguların hafiflemesini sağlar.

Ryne, Churcill’in ünlü sözünü hatırlatır; “Bir trajedi gerçekleştiğinde bunun belki de bizi daha büyük bir trajediden korumuş olduğu aklımıza gelmez.” Büyük bir umutsuzluğa kapılarak verdiğimiz savaşlardan yıllar sonra geriye baktığımızda “ne kadar saf ve aptalmışım” diye düşünürüz. Ryne’a göre Amor Fati, bir adım geriye gidip, daha objektif bir bakış açısıyla bakmaktır.

Zorluklar hikayemize heyecan katar, yaşam yolculuğumuz onlar olmadan destansı olamaz. Zorlukları, yaşamımıza katkı sağlayan unsurlar olarak sevmeliyiz. Bu sayede büyük haksızlıklar ve korkunç talihsizlikler ile ilgili olarak daha iyi hissedebiliriz.

Peki bu bakış açısı bizi pasifliğe sevk etmez mi? Eğer haksızlığa karşı büyük bir öfke duymazsak onunla nasıl savaşabiliriz?

3) Hayatı oyun gibi yaşamak!

Oyun oynarken işler istediğimiz gibi gitmediğinde öfke duymuyoruz. Çünkü oyunda başarısız olmanın hayatın sonu olmadığını biliyoruz. Ancak buna rağmen oyunu kazanmak için güçlü bir kazanma arzusu hissediyor ve tüm çabamızı ortaya koyuyoruz öyle değil mi? Hayatta da aynısını yapabiliriz.

Oyunun çok kolay olması sizi mutlu eder mi? Ya da oyunun ileri seviyelerinde zorluğun artmaması nasıl bir duyguya yol açar? Sıkılmamıza yol açar öyle değil mi? O halde oyunları zevkli kılan kademeli olarak zorlaşması ve o zorlukları yenmek değil midir? Hayatın oyundan farkı yoktur. Zorlukları sevmeliyiz, çünkü hayat onlar sayesinde zevkli, eğlenceli ve aktiftir.

Ryne konu ile ilgili ne diyor?

Bir futbol maçında olduğunuzu düşünün. Bütün vaktinizi kuralları tartışmakla geçirirseniz asla futbol oynayamazsınız. Belki bazı kurallar gerçekten keyfi ve saçmadır ama kurallar olmadan oyun oynanamaz, sadece kuralları tartışmak, oynamayı imkansız kılar. Stoacı anlayış, bir şekilde bu mantıksız kuralları kabullenmeyi ve bu kurallarla performansımızın doruğunu amaçladığımız bir oyun ortaya koymanızı önerir.

Hayat bir oyundur. Deneriz, yeniliriz ve tekrar deneriz. Oyunu eğlenceli kılan budur. Engeller ve zorluklar bazen sinir bozucudur ama bunları kabul ederek mücadele edersek hayat tıpkı bir oyun kadar eğlencelidir.

İnkar ve şikayet etmiyorsunuz. Zorlukları kabul ediyor ve hayatı bir oyun gibi yaşıyorsunuz. Şu anda Stoacıların sözünü ettiği çukurun üzerine bir köprü inşa etmeye hazırsınız. Bunun için yapmanız gereken son bir adım kaldı. Kaderinizi sevmek. Peki bu son adımı nasıl atacağız?

4) İyiye ve kötüye minnettar olmak!

Zorlukları kabullenmek ve aşmak için çabalamayı anlamak birçoğumuz için zor değildir. Ama zorlukları sevmek, kötüye de iyi kadar minnettar olmayı anlamak o kadar kolay değildir.

Buradaki kilit nokta “zorluk”, “engel”, “olumsuzluk” gibi şeylerin aslında bulunduğumuz an için öyle olduklarını anlamaktır. Bugünün zorluğu yarın kavuşacağımız büyük bir “iyi”nin sebebi olabilir ve çoğunlukla da öyledir. Bir şeye “kötü” derken, bunun bugününün perspektifi ile varılmış bir değerlendirme olduğunu unutmayarak, kötüyü de iyi kadar sevmek mümkündür.

Geleceği tahmin edemeyiz. Uçağı kaçırmak sinir bozucudur ama ya o uçak düşerse? Bu yüzden yaşadığımız sinir bozucu olayların nihai olarak sinir bozucu olduklarını söylememiz mümkün değildir. Kötüye de iyi kadar minnet duymak, bizi bulunduğumuz anın kapanından kurtarır. Zorluklara değil yolculuğa odaklanmamızı sağlar. Yani hayatın yükünü hafifletmekle kalmaz bizi mutlu kılar.

Kaynaklar:

Benzer Kanıtlar