Bazı kararların duygusal, bazılarınınsa mantıksal (akılsal) olduğunu söyleriz. Son derece aşina olduğumuz bu ifadeyle kastettiğimiz, duygularla mantığın ayrı yataklarda akan nehirler olduğudur.

Bu bize bazı davranışlarımızın sorumluluğunu, duygulara yükleme imkanı tanır. Mantıklı olmadığını biliyorum ama içimden böyle geliyor deriz. Aslında bu kanı duyguların doğuştan gelen ve kontrol edilmeyen bir doğası olduğu önyargısına dayanır. Beynimizde duygularımızı yöneten ve müdahale edemediğimiz devreler olduğuna inanırız.

Psikoloji profesörü Lisa Feldman Barrett ve birçok bilim insanına göre duyguların doğası yanlış anlaşılmaktadır. Bu makalede son 25 yıl boyunca binlerce deneğin katılımı ile gerçekleştirilen, duyguların doğasına dair keşfedilen önemli bilgiler özetlenmiştir.

Duygu nedir?

Barrett’a göre karşımızdaki kişinin sözlerine ve vücut diline bakarak, neler hissettiğini anlama imkanımız yoktur. Çünkü duygular, evrensel olarak ifade edilip, tanınamazlar. Sanıldığı gibi beynimizde duygu devreleri olmadığından, duygular kontrol edilmez reaksiyonlara da yol açmazlar. Aslında duygular, milyarlarca beyin hücresinin birlikte çalışarak oluşturduğu tahminlerden başka bir şey değildir. Bu tahminleri kontrol edebiliriz. Duygular doğuştan gelmez. Onları tecrübelerimize dayanarak oluştururuz. Beynimiz, tecrübelerimize dayanarak bazı tahminlerde bulunur. Karşılaştığımız durumu anlamak için beynimizin sorduğu soru “Bu nedir?” değil, “Bu durum, geçmiş tecrübelerimden hangisine benziyor” olur. Bunlar çok hızlı bir şekilde gerçekleşir. Beynimiz iyi bir eşleşme yapmak için uğraşırken genellikle ortaya çıkan “deneyimsel körlük” tür.

Deneyimsel körlükten kurtulmak için ne yapmalıyız?

Deneyimsel körlük, bir tür halüsinasyona yol açar, nörobilimciler buna öngörü diyor. Öngörüler ilkeldir. Birinin yüzüne baktığımızda tıpkı kâğıtta yazan bir yazıyı okur gibi mimiklerini okumaya çalışırız. Aslında olan şey, okumak değil, beynimizin öngörülerde bulunmasıdır. Anlam verebilmek için geçmiş deneyimlerden yararlanarak karşı karşıya olduğumuz durumu yorumlarız. Kaşın kalkması, dudağın bükülmesi vb. her şeyin bizim için ifade ettiği şeyle eşleşmesine dayanan bir yorum yaparız.

Kendinize ifadesiz, donuk bir yüzü nasıl yorumladığınızı sorun. Bu yüz, hislerden yoksun bir sosyopatın yüzü mü, yoksa sabırla yenilgiyi kabullenen birine mi ait? Başkalarının mimiklerini yorumlarken aslında kendi duygularımızı tanımlarız. Mahkeme salonlarında, yatak odalarında, toplantı masalarında yani karşımızdakinin duygularını anlamaya çalıştığımız her seferinde aslında bulduğumuz şey, karşımızdakinin duyguları değil, kendi aklımızdakilerdir.

Duygular nasıl oluşur? 

Barrett’a göre, duygu tanımlama sistemlerini anlamak için yapılan araştırmalarda, duygunun izi yanlış yerde aranmaktadır: Yüzlerde ve vücut dilinde. Oysa bazen gülmenin üzülmek, ağlamanın ise sevinmek olduğunu biliyoruz. Başkalarının duygularını anlamak konusunda çektiğimiz zorluğun benzerini, kendi duygularımızı anlamakta da çekeriz. Beynimiz aynı anda çalışan milyarlarca nöron yardımıyla tahminler yapar, öngörülerde bulunur. Kuşkusuz beynimiz bazı hisleri yaratma konusunda son derece donanımlıdır. Ancak bunlar çoğunlukla vücudumuzun fizyolojisinden kaynaklanan basit hislere dayanır. Doğuştan gelen hisler; sakinlik, huzursuzluk, heyecan, rahatlık ve rahatsızlık gibi hislerdir. Ancak bu hisler, duygular değildir. Bu hisler, hayatımızın her anında bizimledir. Tıpkı içimizde bir barometre taşır gibi her daim bu hisleri özetleriz. Yapmamız gerekene karar vermek için dış dünyada olanlar ile içimizde olanların arasında bir köprü kurarız. İşte bu köprü, “öngörü”yü oluşturur. Bu yapıların bazıları ise duyguları oluşturur.

Örneğin bir pastaneye girmeden önce beynimiz kolaylıkla kurabiye kokusu alacağımızı öngörebilir. Midemizdeki kazınma hissi kurabiye yemeye hazırlıktır. Midemiz kazınır ve sonuçta kurabiyeyi yeriz. Oysa aynı mide kazıntısı, hastanede tahlil yapılacağı sırada hissedilirse bu defa da korku, endişe anksiyete oluşuyor anlamına gelir. Yani aynı fiziksel algılar, farklı tecrübelere yol açar. Bu örnekte de açıkça görüldüğü gibi beynimiz duyguları, geçmiş yaşantılara ve içinde bulunduğu durumdan edindiği fizyolojik bilgiye dayanarak oluşturur.

Fakat aslında beynimiz, öylesine donanımlıdır ki duygu üretmek için kullandığı bileşenleri değiştirerek yeni duygular üretebilir. Üstelik bileşenleri bugün değiştirirsek, yarın beynimiz daha farklı öngörülerde bulmayı öğrenir. İşte Barrett buna kendi tecrübelerinin mimarı olmak diyor.

Örneğin topluluk önünde konuşmak genellikle en yoğun ve sık yaşanan fobilerden biridir. Bazı insanlar, bu konuda öylesine hassastırlar ki asla topluluk önünde konuşamazlar. Kalp çarpıntısı yükseldiğinde, bedenlerinden gelen bu fizyolojik bilgiyi, kalp krizi gibi büyük bir felaket ile yüzleşmekte olduklarının habercisi olarak algılarlar. Oysa kalp çarpıntısı, büyük bir mücadeleye hazırlanmak anlamına da gelebilir. Bu fizyolojik bilgi “mücadeleye hazırlanıyorum” şeklinde algılanmaya başladığında, kalp çarpıntısı enerjik bir kararlılığa dönüşür. Böylece gerginlik yenilebilir. Kararlılık, beynin geleceğe dair daha farklı öngörüde bulunmasını sağlar. Bunu sık sık tekrarlarsak yalnızca küçük bir topluluğun önünde değil, milyonların önünde rahatlıkla konuşabiliriz. Barrett buna, hareketli duygusal zeka diyor.

Beynimiz vücudumuzun algıladığı sıkıntılı hislere açıklama bulmaya kalktığında, hayatımızın sıkıntılı olduğuna karar verebiliriz. Tabi ki hayatımız gerçekten sıkıntılı olabilir ama bu durum sadece fiziksel bilgilerin yanlış yorumlanması da olabilir. Belki de sadece yorgunuz. Belki de açız ya da susuz kaldık. Barrett rahatsızlık hissi geldiğinde kendimize bunun nedenini sormamızı önerir. Bu öneri, akıl oyunları ile kendimizi depresyondan kurtarabileceğimiz iddiası değildir. Bu öneri, duygularımızı yapılandırma konusunda sandığımızdan çok daha fazla kontrolümüz olduğu iddiasına dayanır. Bu süreç başlangıçta emek gerektirir ama sonra otomatik hale gelir.

Bu noktada bir güçlüğün altının çizilmesinde fayda vardır: Daha çok kontrol daha çok sorumluluk demektir. Sartre’ın kötü kader teorisiyle açıkladığı gibi aslında sorumluluğu almaktan başka çaremiz de yoktur. Çünkü sorumluluğu alsak da almasak da sonucunu yaşamaktan kurtulamayız. O halde beynimizin derinliklerindeki efsanevi duygu devresinin insafına sığınmaktansa sorumluluğu alır, elimizden geleni yaparız. Bunu yaparak, büyük bir avantaj daha elde ederiz. O da bugünün deneyimlerinin yarının öngörülerini oluşturacak olmasıdır. Yani bugün sorumluluğu üstlenerek, beynimizin yeterliliğini, durumları daha doğru anlamak ve bu sayede daha doğru çıkarımlarda bulunmak için kullanmış oluruz.

Sorumluluğun kabulü daha sağlıklı bir beden, daha adil, daha bilinçli ve daha esnek duygusal bir yaşam demektir.

Kaynaklar:

Benzer Kanıtlar